23 Mart 2009 Pazartesi

Para, para, para = Borç, borç, borç

Günümüz mali sistemi borç üzerinden döner. Borç olmaksızın bu sistem çalışmaz, çark dönmez. Cebimizdeki her kuruş, aslında birisinin başka birisine olan borcudur.
Para dediğimiz hadise de en nihayetinde devletin borcudur. Nasıl mı? Şöyle ki:

Devlet hazinesi devletin kasasıdır. Dolayısı ile devlet toprakları üzerindeki her değer Hazine'ye aittir. Hazine bu değerleri bir nevi garanti göstererek borç kağıtları hazırlar ve bunları Merkez Bankası'na verir. Merkez Bankası da kağıt üzerine kendi borç kağıtlarını yazar ve aldığı borç kağıtları karşılığında Hazine'ye kendi borç kağıtlarını verir. Bu iki devlet kurumunun kağıt alış verişi sonucunda, Hazine tahvil çıkartmış ve Merkez Bankası para basarak karşılığında bu tahvilleri almış olur.

Devlet aldığı her mal ve hizmet karşılığında hak sahibine Merkez Bankası'ndan almış olduğu bu paraları verir. Halkın elindeki her kağıdın karşılığı Merkez Bankası'ndadır ve o da Hazine'nin verdiği borç kağıtlarıdır. Halkın elinde aslında devletin ona olan borcundan başka birşey yoktur. Yani devlet borcu borç ile döndürmekten başka hiçbir şey yapmaz. Nasıl sihir ama?

21 Mart 2009 Cumartesi

Burn yeni mecra mı yarattı?

Coca Cola'nın Burn adında bir enerji içeceği var. Hiç içmedim, nasıl birşeydir, içinde ne vardır hiç bilmem. Reklamlarını da bir iki kez MTV'de ve sinemalarda görmüştüm.
Bugün Burn'ün bir reklamını daha gördüm. Ve bundan sonra sanırım her derse gittiğimde, sınava çalışırken, ödev yaparken de göreceğim. Neden?
Çünkü adamlar okulun etrafındaki tüm fotokopicilere üzerinde Burn reklamı olan top top A4 kağıt dağıtmışlar. Ve tabi ki bedavaya. Düşünebiliyor musunuz? Bir fotokopicinin maliyetlerinin belki de yarısı gitmiş oldu. Öğrenci daha ucuza fotokopi çektirmiş oldu. Firma da ucuz ama çok etkili bir mecradan reklamını yapmış oldu. Reklamcılık sektörü için önemli bir açılım. Ödülü haketti, bravo...

20 Mart 2009 Cuma

La Noyée ve La Valse d'Amélie

Amelie (Fabuleux destin d'Amélie Poulain, Le) filminin unutulmaz iki soundtrack'i:
La Valse ve La Noyee.

İkisi de 1970 doğumlu fransız bir müzisyene, Guillaume Yann Tiersen'e ait.

Bir de Youtube'ta keşfettiğim Dave Thomas isminde başka bir müzisyenin yorumuyla dinleyin... Müthiş:





Youtube'a nasıl giriyorum

Başbakan bir tarihte Hindistan'a giderken uçakta gazetecilere "Ben youtube'a giriyorum. Siz de girin." demişti.
O güne kadar benim bildiğim tek yöntem ktunnel adındaki siteyi kullanarak youtube'a girmekti. Ki onda da hız çok yavaştı ve login olup yorum yazamıyordum.
Fakat bu haberden sonra Başbakan bile giriyorsa bunun daha pratik bir yolu olmalı dedim ve sağolsun bir arkadaşım o sihirli yolu söyledi. Yoksa başbakana mail atacaktım vallahi!

C:/WINDOWS/System32/drivers/etc

klasöründeki hosts isimli dosyayı Notepad ile açıp en attaki satırın hemen altına bağlantıdaki yazıları yapıştırıyorsunuz. Bilgisayarınızı kapatıp açtıktan sonra işlem tamam.

Bağlantı:
http://www.beratcarsi.com/dosyalar/youtube_ip.rar

Citi'nin Baş Ekonomisti Hazine'ye Danışman Oldu

Citi Group, Salı günü yaptığı açıklamada Baş Ekonomist'i Lewis Alexander'ın ABD Hazinesi'ne katılmak için bankadan ayrıldığını duyurdu.

Lewis Alexander, Obama Hükümeti'nin ABD Hazine Sekreteri Timothy Geithner'a danışman olacak.

Financial Times'ta bu haberi okuyunca baya şaşırdım. Önde gelen bir bankanın baş ekonomistinin Türkiye'de Hazine Müsteşarı veya Müsteşar Yardımcısı olduğunu düşünsenize... Ve bunun büyük bir bankacılık krizinden, örneğin 2001'den, hemen sonra olduğunu düşünün.

Türkiye'de bu tür transfer olayları çok sık yaşanmaz. Türkiye'de, Merkez Bankası, Hazine Müsteşarlığı, BDDK, TMSF gibi mali otoriteler yöneticilerini genellikle içeriden yetiştirmiştir.

2001 bankacılık krizinden hemen sonra Kemal Derviş, Dünya Bankası'ndaki görevinden istifa ederek yurda dönmüş ve Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı olarak atanmıştı.

Ve bir de Mehmet Şimşek var. Merrill Lynch'teki görevinden istifa ederek 2007'de Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı olmuştu.

Halbuki ABD'de bu tür transfer olayları çok sık olmuştur. Birçok Hazine Sekreterleri özel sektörden (özellikle Goldman Sachs'tan) transfer edilmiştir. ABD hükümetleri piyasa düzenleyencilerini, piyasaların tabiri caiz ise kurtlarından seçiyor olması aslında çok da mantıksız değil. Piyasanın aksaklığını, zamanında o piyasada risk almış ve şirketlerine para kazandırmış olan yöneticilerden daha iyi bilen yoktur. Haliyle ABD gibi mali piyasası gelişmiş olan bir ülke için bu tür bir yapılanma zorunlu hale geliyor.

Peki bu seferki transferin diğerlerinden farkı nedir?
Büyük bir bankacılık krizi yaşanmış, krizi yaratan bankaları kurtarmak için ABD vatandaşı için kutsal sayılan vergi gelirleri kullanılmış, bu yardımlar büyük tartışmalar yaratmış... Böyle bir ortamda hisse fiyatı 1 doları görmüş, bilançosu kuşa dönmüş olan bir bankanın Baş Ekonomisti Hazine Sekreteri'ne danışman oluyor. Yok daha neler...

Finansal Sistemler ve Doğurdukları Bankacılık Krizleri - ABD

Ekonomi yazılarında ve/veya sohbetlerinde "sistem" olarak tabir edilerek hakkında büyük bir gizemle bahsedilen mekanizma asıl itibariyle mali düzenden başka birşey değildir. Ülkeler mali piyasaları ile bu piyasaların oyuncuları arasındaki ilişkileri düzenler ve sistem denen sihirli algoritmayı böylelikle kurmuş olurlar. Sistemdeki kurgu aslında çok basittir; fon fazlası olan oyunculardaki bu fonlar mali piyasalar aracılığıyla fon ihtiyacı olanlara plase edilir. Kurulan algoritmadaki aksaklıklar krizlere sebep olabilen bir takım sonuçlar doğurur. Bu yazıda ABD finansal sistemindeki genel kurgu ve bu sistemden doğan bankacılık krizinin sebepleri incelenmiştir.

ABD Finansal Sistemi

ABD'deki finansal sistem bankaların komisyonculuğu ile sermaye piyasaları üzerinden döner. Kurumsal yatırımcılar ve tasarruf sahipleri yatırımlarını ağırlıklı olarak sermaye piyasalarında değerlendirir. Böyle bir kurguda riski alan tasarruf sahipleridir. Sermaye piyasaları da bu fonlarla reel sektörü finanse eder. Şirketler sermayelerini hisse senedi ihracıyla bulurken borçlanmalarını da tahvil çıkartarak sermaye piyasaları üzerinden yaparlar.


ABD'de olduğu gibi, sermaye piyasaları ağırlıklı finansal sistemlerde rating şirketlerinin önemi ve ratinglerin güvenilirliği çok büyüktür. Kimsenin bilmediği küçük şirketler bile rating şirketlerinden derecelendirilerek sermaye piyasalarından borçlanabilme imkanı elde ederken yatırımcılar da bu ratinglerle firmaları karşılaştırır ve yatırımlarını yönlendirirler. Sisteme ilişkin düzenlemelerde de risklerin göstergesi olan bu ratingler kullanılır; belirli bir ratingin altındaki kıymetlere emeklilik fonlarının yatırım yapamaması gibi...

2008 Bankacılık Krizi

Böyle bir sistemde fonlanma o kadar kolaydır ki girişimcilik (entrepreneurship) ve girişimci sermayesi (venture capital) denilen kavramlar dünyadaki en popüler ABD jargonlarından olmuşlardı. Kolay fonlanma balonu ilk olarak teknoloji firmaları üzerinde (InfoSpace, Globe.com, Amazon.com, Google, Yahoo, E-Bay...) şişti. Teknoloji firmalarının ağırlıklı olduğu "dot-com" borsası, Nasdaq, 1999 yılında %90 yükselmişti. İyi kötü tüm teknoloji firmalarına aşırı yatırım yapılmış ve bu firmalar aşırı borçlanmıştı.

ABD ekonomisi böyle bir ortamdayken, dünyada ekonomisindeki gelişmeler pek de olumlu değildi. Yaşanan Rusya ve Brezilya krizleri ABD merkez bankası FED'i de aksiyon almaya zorladı ve 1999 ortasından başlayarak peş peşe alınan kararlarla faizler 4.75'ten 6.50'ye çıkarıldı. Bu duruma dot-com hisselerin tepkisi çok büyük oldu ve teknoloji balonu patlayarak Amerikan ekonomisine ilk zararı verdi. Bu olay ve paralelinde yaşanan Enron davası gibi bir takım muhasebe yolsuzlukları ayrıca rating mekanizmasına duyulan güvenin da ilk kez sarsılmasına neden oldu.

Kaynak: FED

2001 yılındaki ilk sarsıntıdan sonra aman bu sarsıntı resesyona sebep olmasın diye bu sefer FED faizleri düşürerek piyasayı fonlamaya başladı.

[Burada artı olarak belirtmek gerekir ki bu tarz politika değişiklikleri her ne kadar arkalarında karışık analizler ve durum değerlendirmeleri barındırsa da geçmiş tecrüblerle ile alınacak basit kararlara paralellik gösterirler. Ne demek istiyorum? Her ülkenin geçmişte acı bir tecrübesi vardır. ABD için bu resesyon tecrübesidir. "Büyük Bunalım" diye anılan o yıllarda yaşanan resesyon Amerikan halkı için tarihi bir ders olmuştur. ABD'de ne zaman ekonomik büyüme rakamlarının yanında aşağı yönlü kırmızı ok gözükürse o zaman panik başlar. Ekonomik büyüme rakamlarının örneğin Almanya ve Türkiye için o kadar büyük bir önemi yoktur. Diğer taraftan Almanya için önemli olan enflasyon rakamıdır. Neden? Birinci dünya savaşı sonrasında el arabalarıyla ekmek alındığı, daha pahalı olan odun yerine kağıt paraların yakıldığı bir dönem yaşanmıştır da ondan. Halbuki biz Türkler yıllarca hiperenflasyonda yaşadık gıkımız çıkmadı. Bizim acı tecrübemiz de kurlar ile yaşandı. Bir develüasyon oldu bankalar battı, insanlar üzerlerine benzin döküp kendilerini yaktılar. O zamandan beri döviz kurları ekonomi üzerine alınan kararlarda en önemli donelerden birisi haline geldi.]

ABD'de yaşanan bu ilk dalgadan sonra düşen faizler ile firmalar tekrar aşırı fonlandı ve bu sefer de bir gayrimenkul furyası başladı. Fonlanan gayrimenkul firmaları ev yaptıkça bankalar ve finansman şirketleri de ipotek kredileri vermeye başladı. Faizler düşük olduğu için ipotek kredilerine talep büyük oldu. Gayrimenkul firmaları sermaye piyasalarından fonlandıkça ev yapıyor, onlar ev yaptıkça bankalar ipotek kredisi veriyordu. Bu döngüdeki tek sınır bankaların bilanço sınırıydı; verilen krediler özkaynakların yasal otorite tarafından belirlenen bir katını aşamaz! Ama sermaye piyasaları gelişmiş sistemlerde bu kısıtın da kolayı vardı. Bankalar bu kredilerini menkulleştirerek sermaye piyasalarında sattılar ve bu riskleri bilançolarından çıkarttılar. Rating şirketleri bu menkulleri derecelendirdi ve yatırımcılar (kurumsal yatırımcılar ve tasarruf sahipleri) da yatırımlarını bu ratinglere göre bu menkullerde değerlendirdi. Böylelikle çark dönmeye ve balon şişmeye devam etti.

İpotek furyası ile dot-com furyası arasında önemli farklılıklar vardır. Dot-com furyasında fonlanan verimsiz teknoloji firmaları yaşanan faiz dalgalanmasında batmış ve yatırımcısını da batırmıştı. İpotek furyasının ise üç ayağı vardır: Birincisi dot-com'a benzer şekilde verimsiz inşaat firmalarının aşırı borçlandırılması, ikinci ayağı bu konutların satışında yaşanan aşırı kredilendirme, üçüncüsü ise bu kredilerin menkulleştirilerek yatırımcıların bu kredilere yatırım yapması... Dolayısı ile olası bir dalgalanmada bu balonun patlaması sadece gayrimenkul firmalarını batırıp yatırımcısını da batırmayacaktı. Konut kredisi borçlusunu da ödeme güçlüğüne çekecek ve konut kredilerini batıracaktı. Batan krediler bunları finanse eden kredi finansman kuruluşlarını (Fannie Mae, Freddie Mac) da batıracaktı. Ayrıca menkulleşmiş batan kredilerin de fiyatları düşecek ve yatırımcısını (dünyadaki büyük yatırımcılar: bankalar) batıracaktı.

Keza aynen de öyle oldu. FED 2004'te başladığı faiz arttırımlarıyla şişen balonu patlattı. Patlayan balon gayrimenkul firmalarını, konut kredilerini, konut finansman şirketlerini ve başta yatırım bankaları olmak üzere bu menkullere yatırım yapan bankaları batırdı. En iyi ratingli menkullerin bile batması rating mekanizmasına olan güveni sıfırladı. Bu menkullerden global bazda kimin bilançosunda ne kadar olduğu bilinemediği için genel bir güvensizlik ortamı oluştu ve peşi sıra likidite krizi ortaya çıkmış oldu.

Peki böyle bir finansal sistemde oluşan ipotek kredisi kaynaklı bir kriz nasıl oluyorda global bir bankacılık krizine dönüşüyor? Dünya piyasalarının üçte birinden daha fazla bir büyüklüğe sahip bir ekonomide yaşanan bu krizin tabiki de etkisi lokal olmadı. Dört beş yıl çok güzel paralar kazandıran bu mekanizma başta bankalar olmak üzere dünyadaki bütün büyük yatırımcıların dikkatini çekti. Bankalar gerek ABD sermaye piyasaları üzerinden yatırımlarını oraya kanalize ederek, gerek de oluşturdukları iştirakleri ile doğrudan gayrimenkul finansmanı piyasasına girerek bu kâra ortak olmak istediler.

Şubeler Cari Faizi

Parametreler:
Mevduat faizi (MF)
Kredi faizi (KF)
Şubeler cari faizi (ŞCF)
Kredi hacim artışı (a)
Mevduat hacim artışı (b)

Mevduat faizinden fon toplayan şubeler bu mevduatları fon yönetimine şubeler cari faizinden satarlar. Dolayısı ile şubenin topladığı mevduattan kazandığı faiz marjı ikisinin farkıdır.
ŞCF – MF = Şubenin kârı

Kredi faizinden kredi veren şubeler bu fonları fon yönetiminden şubeler cari faizi üzerinden alırlar. Dolayısı ile şubenin verdiği krediden kazandığı faiz marjı ikisinin farkıdır.
KF – ŞCF = Şubenin kârı

Banka likidite pozisyonuna göre ŞCF'ni kullanarak şubeleri mevduat toplama veya kredi verme yönünde teşvik eder.

Örnek:
Mevduat faizi (MF) = %4,50
Kredi faizi (KF) = %8,10
Şubeler cari faizi (ŞCF) = %6,30

Örneğin faiz oranları yukarıdaki gibi olan bir bankanın şubeleri mevduat toplayarak ŞCF – MF = %6,30 – %4,50 = %1,80'lük bir faiz marjı ile kâr ederler. Benzer şekilde kredi vererek KF – ŞCF = %8,10 – %6,30 = %1,80'lük bir faiz marjı kazanmaktadır. Faiz oranlarını bu şekilde kurgulayan bir bankanın mevduat ve kredi hacimlerinin benzer miktarda artması beklenir (a = b). Şubeler için ikisi de eşit kâr sağladığı için her iki ürün için de eşit efor sarfedecekleri ve normal piyasa koşullarında iki ürün hacimlerinin de eşit miktarlarla hareket göstereceği varsayılmaktadır.




ŞCF oranını MF oranına yakın tutan bir bankanın kredi hacmini mevduat hacminden daha fazla büyütmek istediği varsayılarak böyle bir bankanın fon fazlası olduğu düşünülebilir (a > b).

ŞCF oranını KF oranına yakın tutan bir bankanın ise mevduat hacimlerinin daha fazla artmasını istediği varsayılarak böyle bir bankanın fon sıkıntısı çektiği düşünülebilir (a <>

Simulasyon:
Ekonomik durum, sektörün durumu ve bankanın cari dönemdeki performansı kredi ve mevduat hacimlerindeki büyümeyi belirler. Ancak ŞCF'nin bu büyüme üzerinde düzeltici bir etkisinin olduğu düşünülür. Şöyle ki;

d = Büyüme Oranı
k = Şubeler Cari Faizi Politikasının Büyüme Oranlarına Etkisi
kkredi = (KF + MF)/2, kmevduat = ŞCF
Adj d = Ayarlanmış Büyüme Oranı


Adj MHt = MHt-1 * (1 + dm + [ŞCF – (KF + MF)/2])
Adj KMt = KHt-1 * (1 + dk + [(KF + MF)/2 – ŞCF])

Uygulama:
Mevduat ve kredi faizlerini gelecek dönemlerde aşağıdaki gibi set eden bir bankanın değişik ŞCF uygulayarak elde edeceği sonuç 5 turn için simule edilmiştir.

ŞCF = (MF + KF)/2
Şube için kredi ve mevduat aynı getiriyi sağlar. Aynı oranda artar.


ŞCF MF'ne daha yakın set edilerek kredi vermek şubeler için daha cazip hale getirilmiştir.



ŞCF KF'ne daha yakın hale getirilerek mevduat toplamak şubeler için daha cazip hale getirilmiştir.


Biz'ce Dergisi ile mini-röportaj

1- Kısaca kendinizi tanıtır mısınız?
1984 İstanbul doğumluyum. 2007 yılında ODTÜ İşletme Bölümü'nden mezun oldum. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde Bankacılık Yüksek Lisansı eğitimimi sürdürüyorum. Öğrenciyken yazları çeşitli reel sektörlerde stajyerlik yapmama rağmen mezun olduktan sonra birçok bölümdaşım gibi bankacı olmaya karar verdim ve yabancı bir bankanın Teftiş Kurulu'nda Müfettiş Yardımcısı olarak profesyonel iş hayatıma başladım.

2- Bankacılık sektöründe çalışmanın avantajları veya getirdiği zorluklar?

Bankacılık sektörü tüm dünyada en sıkı regüle edilmiş sektörlerin başında gelir. Türkiye ise bu sektörü en sıkı regüle eden ülkelerden biridir. Her yiğidin yoğurt yiyişi farklılık gösterir ya, bizim yiğidin stili tecrübeyle sabittir: üfleyerek yemek. Bankalar bir kaşık yoğurt yiyeyim derken; bir taraftan BDDK, diğer taraftan Maliye Bakanlığı, karşı taraftan Merkez Bankası ve arada bir de arka taraftan Bankalar Birliği üfler durur. Böyle soğuk! bir ortamda çalışmanın zorlukları olduğu gibi avantajları da vardır.

Yoğun iş temposu, stres, hedef baskısı gibi sıkıntılar bankacılık dahil tüm iş dünyasının kronikleşmiş zorlukları olsa da bankacılık sektörünü ayrı kılan bir numaralı zorluğu mesleğin isminde saklıdır bence: "bankacı olmak". 5411 Sayılı Bankacılık Kanunu'nun 8. maddesinde kurucularda, 25. maddesinde ise genel müdür ve yardımcılarında aranan şartlar detaylarıyla belirtilmiştir. Türkiye'de başbakan olmak için bile bu kadar şart aranmamaktadır. Bir de bankacıların görev icabı edindiği müşteri sırrını saklama konusu vardır ki bazı bankacıları paranoya sahibi yapar, eşiyle dostuyla diyaloğunu bozar, ketumlaştırıp hayattan uzaklaştırır. Ayrıca bankacılık suçları pek çok kapsamda mali suçlardan ayrılmış ve cezaları oldukça ağırlaştırılmıştır. Ne de olsa sütten ağzımız yanmış bir kere...

Bankacılık sektörü özellikle teknolojinin yardımıyla hızlı değişen bir sektördür. Çalışanların bu teknik değişime ayak uydurabilmesinin tek yolu da sürekli eğitimdir. Türkiye'de gerek Bankalar Biriliği gerekse bankaların kendileri eğitim konusuna çok önem verirler ki bu durum bankacının kendisini geliştirmesi için büyük bir fırsat doğurur. 2001 yılında binlerce bankacının işsiz kaldığından sözedilir. Ancak işsiz kalanlar eğitimli insanlar olduğu için kendilerine reel sektörlerde iş bulabilmiş ve ülkenin büyük bir sosyal çıkmaza girmesini engellemiştir. Bunun yanında diğer bir avantaj ise kurumsallıktır. Kurumsallaşma, çalışanların özlük hakları, çalışma şartları, çalışanlar arası ilişki gibi bir çok konunun düzenlenlesinin ve istisnasız tüm çalışanlara eşit şekilde uygulanmasının teminatıdır. Kurumsallaşma bir bankanın olmazda olmazlarındandır ve en küçük bankanın kurumsal altyapısının bile büyük bir holdingin kurumsallığından daha gelişmiş olduğunu söyleyebilirim.

3- Finansçı olmaya ne zaman karar verdiniz ? Ve şu an istediğiniz yerde misiniz?
Dürüst olmak gerekirse ÖSS sonuçlarının açıklandığı gün karar verdim diyebilirim. Birçok Fen Lisesi mezunu gibi benim de düşüncem mühendis olmaktı ama aldığım puan ODTÜ Bilgisayar Mühendisliği Bölümü için yeterli olmayınca ve ODTÜ'den de vazgeçemeyince, finansçı olurum düşüncesiyle İşletme Bölümü'nü tercih ettim. Okul boyunca de seçmeli derslerimi finans alanından aldım. Temelinde finansın mühendislikten pek de farklı olmadığını düşünüyorum. Sonuçta ağırlıklı olarak yurtdışında ve Türkiye'de bir kaç üniversitede Finans Mühendisliği adıyla programlar olduğunu biliyoruz. Yine de İşletme Bölümü'nden alınan lisans düzeyinde finans dersleri ile Finansçı olunamayacağının bilincinde olmak gerekir. Ben bir taraftan eğitimimi sürdürerek diğer taraftan banka içinde bu yolda ilerlemeyi düşünüyorum. Bu uzun bir yol ama mevcut durumum itibariyle doğru zamanlama ile doğru yerde olduğuma inanıyorum.

4- Performansınızı etkileyen faktörler neler?
Çalışırken aynı zamanda performansınızı takip ederseniz hangi durumlarda daha verimli, hangi durumlarda verimsiz çalıştığınızı görürsünüz. İş hayatında tecrübe kazandıkça da performansınızı etkileyen faktörleri biliyor ve olumsuz durumlara eğer mümkünse müdahale edebiliyor olursunuz. Benim performansımı etkileyen faktörlerin başında motivasyon geliyor. Yüksek motivasyon yüksek performans getiriyor. Peki motivasyonumu ne etkiliyor? Gözlemlerime göre bana verilen sorumluluğun boyutu ve yaptığım işin zorluğu motivasyonumu etkileyen kalemlerin başında geliyor. Yaptığım iş biraz farklı ve çetrefilli bir iş, sorumluluğum da fazla ise kendimi daha fazla veriyor ve daha kaliteli sonuçlar çıkartabiliyorum. Buna karşın angarya diye tabir edilen nispeten basit olan rutin işlerde ise performansımın düştüğünü biliyorum.

5- İş dışında vaktinizi nasıl geçiriyorsunuz?
Aslında gitar çalmak ve kısa film çekmekten çok hoşlanıyorum. Fakat her ne kadar İstanbul'lu olsam da, liseyi ve üniversiteyi şehir dışında okuduğum için İstanbul'da bu tür aktiviteleri yapacak bir arkadaş grubum yakın zamana kadar yoktu. Birkaç arkadaşım ile birlikte yeni bir müzik grubu kurduk ve şimdilerde iş dışındaki vaktimin bir kısmında stüdyo çalışmalarımız oluyor. Kısa film çekmek için de yine birkaç arkadaşım ile birlikte ekip toplamaya uğraşıyoruz.
Tüm bunların yanında özellikle kışın iş dışındaki vaktimin büyük bir kısmını okul alıyor diyebilirim. Ancak ders, ödev ve proje süreçleri benim için üniversitede olduğu gibi stresli ve sıkıcı olmuyor. Sanırım bünye yoğun tempoya alıştığından okul bir mola gibi geliyor.

6- Genç bir profesyonel olarak hedeflerinizden bahseder misiniz?
Yakın gelecek için öncelikli hedefim eğitim. 4 - 5 yıl içinde yüksek lisansı ve hemen ardından doktorayı bitirmeyi ve zorunlu askerlik hizmetimi tamamlamayı planlıyorum. Bu süreçte Teftiş Kurulu'nda çalışmaya devam etmeyi düşünüyorum. Teftiş Kurulu'nda çalışmak bana bankanın değişik bölümlerini görmemi ve genel anlamda banka mekanizmasını anlamamı sağlıyor. Ancak icra sorumluluğu vermiyor. Yapılan işleri denetleme sorumluğu ile o işleri yapma, icra etme sorumluluğu arasında çok fark vardır. Bu yüzden 6 - 7 yıl sonra icra sorumluluğu alarak banka içinde teknik bir bölümde çalışmayı düşünüyorum. Bundan sonraki süreç için hayalim; profesyonel tecrübenin yanında teorinin imkanlarından mahrum kalmamak ve yaratıcı okul ortamından kopmamak için üniversitelerde ders vermek ve bunu uzun yıllar sürdürebilmektir.

7- Üyelerinin başarılarına ortak olmayı amaçlayan Gelişim Platformu Derneği'nin kulüp ve topluluk etkinliklerini nasıl buluyorsunuz?
Gelişen iş yaşamında çalışanların gelişimine katkı sağlamayı amaçlayan GP'nin, bireylere, onların çalıştıkları kurumlara ve dolayısı ile Türkiye'ye katkısı tabiki büyüktür. Kurulan ortak platformlarda tecrübelerin paylaşımı yoluyla gelişen know-how'a paralel olarak aynı sektörlerdeki profesyoneller arasında kurulan iş ağlarıyla da know-who'nun gelişmesi sağlanmaktadır. Bu bağlamda yapılanlar çok değerli ve gelecek için heyecan vericidir.

Ömer Kara kimdir?

1984 Istanbul doğumludur. İlkokulu Bahçelievler'deki Bağlar İlköğretim Okulu'nda okumuştur. O yıllarda kendisine okuma yazma öğreten, bilgi yarışmalarına girmesi için teşvik eden ve Anadolu Liseleri Sınavı'na hazırlayan biricik öğretmeni Gürbüz Akbaba'ya çok minnettardır.

Ancak Anadolu Liseleri Sınavı'nda kendisinden beklenen performansı sergileyemeyip o yıl yeni açılan Şişli Anadolu Lisesi'ne ön kayıtla girmiştir. Bir sene hazırlık ve 3 sene ortaokul eğitiminden sonra o okuldan da ayrılmıştır. O yıllarda aklına fen lisesini sokan ve 3 arkadaşıyla birlikte kendisini matematik olimpiyatlarına hazırlayan İlhan Erdoğan Hoca'sına ve fizik alt yapısını veren Salih Zeki Keklik Hoca'sına da çok minnettardır.


Orta 3. sınıftan sonra Fen Liseleri Sınavı'nda da kendisinden beklenen performansı sergileyemeyip, 99 Gölcük Depremi sonrasında puanları düşen Kocaeli Körfez Fen Lisesi'ne (KKFL) yine yedeklerden girmiştir.

Fen Lisesi'nde de muhtelif bilgi yarışmaları ve fizik olimpiyatlarına girmiştir. Lise yıllarında sanatın çeşitli dallarına ilgi duymasına zemin hazırlayan arkadaşlarına çok minnettardır.

ÖSS'de bir milyon insan gibi kendisinden de derece beklenmiştir ancak o sayısalda ilk bine bile girememiş ve ODTÜ İşletme Bölümü'ne girmiştir.

ODTÜ'de ingilizcesi yeterli görülmeyip bir sene İngilizce hazırlık okmak zorunda kalmıştır. Üniversitede gitar, görsel tasarım ve kısa film konularıyla ilgilenmiştir. Daydreamer adında kısa soluklu bir müzik grubunda solo gitaristlik yaparak, çeşitli klüplere ve firmalara afiş ve web tasarımları yaparak ve 3 tane de kısa film çekerek babasının tırıvırı dediği işlere bulaşmıştır. İşletme gibi kolay bir bölümde not ortalaması hiçbir zaman 3.5'i görememiş ve High Honor listesine girememiştir. 2. sınıftan sonra Almanca Öğretmenliği yan dal programına başlamış ancak 8 veya 9 dersin sadece bir tanesini geçebilmiştir. 4. sınıfının ilk döneminde Almanya'nın Paderborn Üniversitesi'ne Erasmus Programı'yla gitmiş bir semester orada eğitim görmüştür. Aldığı dersler çok ağır gelmiş ve 6 ay boyunca neredeyse her gününü Bibo dediği okul kütüphanesinde geçirmiştir. 6 ay sonra yurda dönmüş, ODTÜ'de son dönemini de bitirerek mezun olmuştur.

Mezuniyetten sonra özel bir bankada işe başlamış ancak okul ortamından ayrı kalmaya dayanamayıp hemen İstanbul Üniversitesi Bankacılık Yüksek Lisans Programı'na başlamıştır. Halen ikisi arasında gidip gelmektedir.


Elle tutulur bir başarısı neredeyse yok gibidir. Girdiği bilgi yarışmalarının çok azında takımına birincilik kazandırmış, genelde hep ikinci olmuştur. Olimpiyat sınavlarında dereceye girememiştir. Anadolu Liseleri, Fen Liseleri Sınavları ve ÖSS'de derece yapamamıştır. Üniversitede girdiği reklam yarışmalarında dereceye girememiştir. Müzik grubu Daydreamer ODTÜ bahar festivallerinde konser vermek için yapılan elemeleri geçememiştir. Kısa filmleri festivallerde gösterim almak dışında bir derece elde edememiştir. İş yaşamında bankadaki eğitim sonunda girdiği sınavda bile birinci olamamıştır. Yeter artık... :)

Kitap okumaz yazar okur. Bir yazarın tüm kitaplarını okumak gibi enteresan bir olayı vardır. Dan Brown, Adam Fewer gibi işe yaramaz, Sunay Akın gibi vay be dedirten yazarları tavsiye eder.